En bilinen eseri Kitâb-ı Cihânnümâ adlı eseridir.
Tam adı kesin olarak bilinmese de Bursa şer‘iyye sicillerine dayanarak gerçek adının Hüseyin b. Eyne Bey olabileceği tahmin edilir. (İnalcık, TTK Belleten, XXIX/116 [1965], s. 667). Şuarâ tezkirelerinde sadece Neşrî diye geçen müellif kaynaklarda bazan Mevlânâ Neşrî (Hoca Sadeddin, II, 40) ve XIX. yüzyıldan itibaren Mehmed Neşrî adıyla zikredilir. Bunun da Kâtib Çelebi’deki Mehmed en-Neşrî kaydından (Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 284) geldiği söylenebilir. Karamanlı ve Sultan Selim’in hizmetlilerinden olduğu bilinmektedir (Latîfî, s. 527). Tahsilini Bursa’da tamamladığı ve uzun yıllar burada ikamet ettiği kesindir. Mevlânâ sıfatı ilmiye mensubu olduğunu gösterir. II. Murad döneminde Bursa subaşılığı yapan Koca Nâib’in meclislerinde bulunduğu (Nöldeke, XV [1861], s. 367) ve 1481’de Fâtih Sultan Mehmed’in ölümünün ardından çıkan hadiselere şahit olduğu anlaşılır. Eserinden, II. Bayezid’in son zamanlarında Bursa’da Sultaniye Medresesi’nde müderrislik yaptığı çıkarılabilirse de Fâtih’in ölümü sırasında “sâhib-i ayârın” çadırında bulunduğunu belirtmesi kendisinin bürokrasiyle de ilgili olduğu zannını verir. O devirde ilmiye ile bürokrasinin iç içeliği sebebiyle her iki görevi de yapmış olabilir. Muhtemelen Kanûnî Sultan Süleyman’ın cülûsunu müteakip 926 (1520) veya 927’de (1521) vefat etmiştir. Bursalı Mehmed Tâhir’e göre Bursa’da Mevlevî Süleyman Efendi’nin yanındaki mezarı yol genişletmeleri sırasında harap olmuştur (Osmanlı Müellifleri, III, 150).
Neşrî’nin en önemli eseri Kitâb-ı Cihannümâ adlı tarihidir.K Yaratılıştan başlayıp dönemine kadar getirdiği eserine Kitâb-ı Cihannümâ adını verdiğini ve ilk beş bölümü II. Mehmed, Oğuz Han’dan başlayıp kendi zamanına kadar gelen Osmanlı Devleti tarihini ise II. Bayezid devrinde temize çektiğini belirtir (Cihannümâ, I, 7). Neşrî eserini muhtemelen 898 (1493) yılında bu padişaha takdim etmiştir. Nitekim râvilerden Ayas’tan “merhum” diye söz eder; Ayas’ın ölüm tarihi 875’tir (1470-71). Diğer râvisi Kutbüddinzâde İznikî’den bahsederken merhum kelimesini kullanmaz. Kutbüddinzâde’nin ölüm yılı da 885’tir (1480). Bu bilgilere dayanarak eserin günümüze ulaşan Osmanlı tarihi kısmının bu yıllar arasında telife başlandığı ve Cem Sultan’ı hayatta gösterdiğine bakılırsa telifin 890-898 (1485-1493) yılları arasında tamamlandığı söylenebilir. II. Bayezid’den “merhum” diye söz etmesinden hareketle Paul Wittek tarafından telif tarihi 917-918’den (1512) sonra gösterilirse de bu husus o nüshanın Sultan Bayezid’in ölümünün ardından istinsah edilmesiyle açıklanabilir. Bazı nüshaların Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferine kadar gelmesi, Reşit Rahmeti Unat’a göre Neşrî’nin eserini bu padişah döneminde yeniden kaleme almasıyla ilgilidir.
Altı bölüm halinde bir dünya tarihi olarak yazılan eserin günümüze kısaca Osmanlı öncesi Türk tarihiyle Osmanlı tarihine dair olan altıncı kısmı intikal etmiştir. Zamanımıza ulaşmayan ilk beş bölümün XVII. yüzyılda bilindiğine dair bazı kayıtlar vardır (Unat, VII/25 [1943], s. 180, not 12). Osmanlı tarihiyle ilgili kısımda evlâd-ı Nûh’a ve Selçuklular’a ait bölümlerin de bulunduğu görülmektedir (Cihannümâ, I, 9-54). Bu sebeple Franz Taeschner, yaptığı faksimile neşrin adını “al-Kısm al-sâdis min Kitâb-ı Cihannümâ” koymuştur. Smirnov’a göre Saint Petersburg Şark Dilleri Enstitüsü’ndeki bir yazma Kitâb-ı Cihannümâ’nın Abbâsî halifelerini ihtiva eden bir parçası olmalıdır. Bir tevârîh-i Âl-i Osmân özelliği gösteren Osmanlı tarihi kısmı kuruluştan başlar, farklı versiyonlarda 1485, 1512 ve 1516 yılına kadar gelir. Günümüze ulaşan kısmın ilk tabakasında eski Türkler’den, dinlerinden, hakanlarının kıyafetlerinden ve döneminin önemli olaylarından, göçlerinden ve İslâmiyet’e girişlerinden söz edilir. Ardından Anadolu Selçukluları’na ve Anadolu Beylikleri’ne geçilir. Son tabakada ise kuruluştan II. Bayezid devri ortalarına kadar Osmanlı tarihi yer alır ve eser bu padişaha manzum bir methiye ile sona erer. Bu şiirde müellifin mahlası “Neşrî” de geçmektedir.
Neşrî yazılı kaynaklarının adını vermez. Ancak Osmanlı dönemi için başlıca kaynağının Âşıkpaşazâde’nin Tevârîh-i Âl-i Osmân’ı ve bunun da dayandığı Yahşi Fakih menâkıbnâmesi olduğu kesindir (Smirnov, s. V; Wittek, I, 139). Âşıkpaşazâde’nin eserinden bazan kelime kelime nakillerde bulunur. Onun verdiği basit şiir ve beyitleri ya almaz veya nesre çevirir. Âşıkpaşazâde’nin Çandarlı Halil Paşa gibi bazı kişiler hakkındaki sert hükümlerini yumuşatır. Bunlardan başka anonimlerden birini, Yazıcıoğlu’nun Tevârîh-i Âl-i Selçûk’u ile Târihî Takvimler’i ve Şükrullah’ın Behcetü’t-tevârîḫ’ini kullandığı, Arapça ve Farsça yazılmış eserlere müracaat ettiği anlaşılmaktadır. Ahmedî’nin bugüne ulaşmayan Gazânâme’sinin de eserin içinde olduğu ileri sürülür. Bu arada sözlü birçok kaynağa başvurduğu, zamanındaki olaylar için gözlemlerini değerlendirdiği ve yer yer yorumlar kattığı dikkati çeker.
Kitâb-ı Cihannümâ daha yazıldığı yıllarda tanınmış ve çağdaşlarından Bihiştî Ahmed Sinan Çelebi, İdrîs-i Bitlisî, ardından Lutfi Paşa, Matrakçı Nasuh ve asrın sonlarında Seyyid Lokmân, Âlî Mustafa Efendi ve Hoca Sâdeddin, XVII. yüzyılda Koca Hüseyin, Solakzâde ve Müneccimbaşı Ahmed tarafından ya doğrudan veya dolayısıyla kaynak olarak kullanılmıştır. Ménage, İdrîs-i Bitlisî’nin metninin tamamıyla Neşrî’ye dayandığı kanaatindedir. Eser aynı zamanda Codex Hanivaldanus’un da esasını teşkil etmektedir (J. Leunclavius, Histoirae musulmanae turcorum, de monumentis ipsorum exscripte, Frankfurt 1591, kitap XVIII).
Çeşitli kütüphanelerde bulunan Kitâb-ı Cihânnümâ nüshaları iki versiyon halinde ele alınabilir. Bunlardan 898 (1493) tarihli olup bölümleri daha farklı ve mantıklı, tarihî isimlerle yer adları daha doğru verilmeye çalışılan Theodor Menzel metninin oluşturduğu versiyon daha sonraki bazı istinsahlara da kaynak olmuştur. İkinci grubu oluşturan nüshalar, Menzel metnine çeşitli zamanlarda müstensihler tarafından yapılan ekleme ve çıkartmalar yüzünden epeyce değiştirilmiş görünmektedir. Bunlar sırasıyla Manisa, İstanbul Arkeoloji, Paris Bibliothèque Nationale, Beyazıt (Veliyyüddin Efendi), Millet (Ali Emîrî Efendi) ve Ankara nüshalarıdır (diğer nüshalar için bk. Unat, VII/25 [1943], s. 185 vd.). Bu bakımdan Menzel metni müellif nüshasına daha yakındır; ayrıca bu metnin üslûbu devrini daha iyi yansıtmaktadır. Diğer metinler müstensihler tarafından biraz işlenmiş gibidir. Menzel metninde bazı özel isimler daha doğru yazılmış olup diğer nüshalarda yer yer anlam kaymaları, hatta bazı tahrifat bile bulunmaktadır (Taeschner, TTK Belleten, XV/60 [1951], s. 503-504).
İfadesi sadelik bakımından XV. yüzyıl Türkçe’sinin özelliklerini yansıtan eserde bazı Türkçe arkaik kelimeler de bulunur. Metinde yer alan şiirlerin hepsi kendisine ait değildir. Kendi şiirleri ise tezkire sahipleri tarafından güzel bulunmaz. Latîfî ve Âşık Çelebi şiir ve nesirde kabiliyetinin bulunmadığını, şiirlerinin de pek meşhur sayılmadığını, fakat “kıssa-perdazlık”ta usta olduğunu, tarihinin halk içinde yaygın şekilde bilindiğini söyler. Eserin Fâtih Sultan Mehmed’in vefatına kadar gelen kısmı Faik Reşit Unat ve Mehmet Altay Köymen tarafından Kitâb-ı Cihannümâ-Neşrî Tarihi adıyla eski ve yeni harflerle iki cilt halinde yayımlanmış (Ankara 1949-1957, 1983-1984, 1987), Theodor Menzel metniyle Manisa nüshasının faksimile neşrini Franz Taeschner gerçekleştirmiştir (I-II, Leipzig 1951-1955). Unat ve Köymen neşri, Hammer’in de kullandığı Viyana nüshası esas alınıp Manisa, Arkeoloji, Paris ve Millet (Ali Emîrî Efendi) kütüphanelerindeki yazmalarla karşılaştırılarak tesis edilmişse de Menzel nüshası görülmediği için eleştirilmiştir. Kitâb-ı Cihânnümâ’nın önemi ilk tenkitli tarih olmasından kaynaklanır. Müellif, başta Âşıkpaşazâde olmak üzere kaynaklarını gayet sistemli bir şekilde kullanmış ve olayları sebep-sonuç ilişkisi içerisinde telife çalışmıştır. Bu yönüyle Neşrî doğruyu bulmaya çalışan ilk Osmanlı tarihçisi olarak kabul edilir.
Neşri'ye Göre Osman Gazi'nin Aşiretin Başına Geçmesi
''İttifak ol esnada Ertuğrul Bey doksan üç yaşında ahirete intikal edip Söğüt'e defnettiler; göçer evler (aşiretler) bazı Osman'ı ve bazı Ertuğrul karındaşı Osman'ın ammisi Dündar'ı bey kılmak istediler. Amma kendü kabilesi Osman'a vecih görüp el altından haber gönderip söyleştiler. Dündar dahi halk ortasına gelicek halkın Osman'â meyl ve itikadın göricek beylikten vaz geçip ol dahi Osman Gazi'ye biat etti''
Sultan Mehmed, Anadolu askerlerini toplayıp Musa Bey ile bir kez savaşmış ve onu öldürmüştür.
Rivayet olunur ki, Sultan Mehmed'in elçisi Dulkadiroğlu'na ulaştığı için, her şeyi mükemmel bir gayret ve vakarla yaptıktan sonra, Sultan'ın mektubuna bir cevap yazarak: "Ey âlemlerin Sultanı, nereye dönersen dön, Yüce Allah sana yardım edecek, fetih ve zafer senin olacak, fırsat ve zafer senin olacak. İnşaallah sana hizmet edemezsem, kulun olan oğlumu göndermem," demiş ve mektubu elçiye vermiş, almış ve Sultan'ın yanına gelmiş. Sultan o sırada askerleri toplamak için Amasya'ya gitmişti. Elçi hemen gelecekti, Sultan oradan kalkıp Enguri'ye geldi. Orada birkaç gün kalmış. Memleketin her yerinden, mahreseden ne kadar asker toplanmışsa, öyle de olmuş. Sınırları ve hakları olmayan bir aşıklar meclisi vardı. Ve sonra, cebi ve kargayı görünce, yapmak istedi ve Dulkadiroğlunun geldiği haberi geldi, dedi. Sonra, beyler ve soylular toplandılar, onları şeref, misafirperverlik ve saygıyla karşıladılar ve gelip bir yerde konakladılar. İstisnasız dualar ve ziyafetler gönderdiler. Sonra, Sultan kendi Divanına gitti, sohbet ortamını hazırladı, meclis nizamlandı ve her türlü dua hazırlandı ve mühürlendi. Sonra, baş kapıcı geldi, Dulkadiroğlunu aldı, Sultan'ın elini öptü ve Sultan'ın önüne huzur ve hürmetle oturdu.
Sonra giydiği donunu, atı ve meclisin bütün aksesuarları, akdahdan, sürahisinden, bütün altın ve gümüş eşyalarından tamamını Dulkadiroğlu'na bahşiş verdi. Ondan sonra beylerine ve adamlarına bazı hikâyeler anlattı ve her birine hayır duasını etti. Sonra padişah padişah oldu ve vezirlerine ve beylerine dedi ki: "Kim isterse bilsin ki ben Rumeli'ye sefere çıkacağım. Bir atım, bir kılıcım ve bir sopam da var. Bunlar bana yeter. Elimize ne geçerse hepsi benimdir," dedi ve mübarek sakalını eline alıp: "İnşallah bu sefer babamın tahtını almak zorundayım. Yahut bu yolda başımı terk edersem, zaruridir, o sohbette bulunanlar ayağa kalktılar, padişaha dua ettiler ve seslendiler: "Ey âlemlerin sultanı, başımız ve canımız sana feda olsun. Nereye gidersen git, Allah seni korusun, fetih ve zafer senin olsun," dediler. Bu resmi söz ve vaat verildiği için orduyla tam bir anlaşma yaptı ve Rumeli'ye yürümeye karar verdi, sonra Engüri'den yola çıktı ve tekrar Bursa'ya indi. Vardığında hepsinin, atlı ve yaya, otuz bin askeri vardı. Sonra yola çıktı, Yalak-Ova'ya gitti ve düşmanı cepte gördü. Çok sayıda asker gördü, sevindi, Tanrı'ya şükretti, deniz kenarına ulaştı ve İstanbul Tekvur'una bir haber gönderdi. Çünkü Tekvur, Sultan'ın geldiğini ve yasının bittiğini duydu. Gemiler hazırladılar ve orduyu karşı tarafa götürdüler. Tekvur da Sultan'ın yanına gitti, onu son derece onur, şeref ve saygıyla karşıladı ve Sultan'ı hoş bir konuma getirdi.
Musa Çelebi, ziyafet çektikten sonra Rumeli ve Eflak ordusuyla yanımıza geldi, İstanbul kapılarını yaptırdı, halkın taşraya çıkmasına izin vermedi ve çeşitler onun isminden boşuna yakındılar. Sultan da Tekvur'a dedi ki: "Şimdi ben de onun peşinden gideceğim. Sen de benimle olmalısın," dedi. Sonra Tekvur dedi ki: "Ey alemlerin Sultanı, ben şimdi tam bir evliya oldum. Gücüm yok. Ama yoldaş olarak koşayım," diyerek birçok kâfir yoldaş olarak koştu ve hatta onları yardımına gönderdi. Sonra Sultan kalktı ve Vize-suyu'na indi. Ve o yerde Evrenoz Bey'den Sultan Mehmed'e bir mektup geldi, "Padişah, Musa Bey'le şimdi görüşmememizi, nereye giderse gitsin casusluk yapmasını, sonra da gitmemizi, Laz Vilayeti'ne gelmemizi, Derbend'e uğramamızı, Burak Bey'i, Paşa-i Yiğit'i ve Tirha Bey Sinan Bey'i, alay beyleri olarak yanınıza almanızı, o zaman inşaallah bunu yapabileceğimizi söyledi. Musa Bey birbirleriyle görüşecek ve benim hizmetkarınıza hizmet ettiğimi bileceksiniz," dedi. "Ayrıca, bütün beyler kardeşinizden nefret ediyorlar. Onlar da sizi izleyecekler," dedi. Padişah mektubun içeriğini biliyordu, mektubu getiren hizmetkarı karşıladı ve tekrar gönderdi. Sonra ayağa kalktı ve yolda yürüyen bir asker parçası belirdi. "Kim olacak? Mihal'in oğlunu gönderecekti, kim olduğu biliniyordu, Kara Halil. Mihal'in oğlu da geldi ve birbirleriyle savaştılar. Günün sonunda Kara Halil serbest kaldı ve kaçtı. Sultanın ordusu yürüdü ve Edirne'ye ulaştı. Sonra Edirne'yi yağmaladılar. Şehir halkı toplandı ve Sultan'a biz sana şimdi kaleyi vermeyiz dediler. İnşaallah biriniz birbirinizle buluşup, devlet hanginizin başında kalır ise, “Kale de sizindir, nankörlük olmasın” dediler. Padişah bu haberi kabul edip Zağra Ovası’na doğru yürüdü. Bu arada Musa Çelebi gelip onları gözetledi, bu sefer kendilerine bir cevap gelmeyeceğini bildiğinden hemen aralarına atıldı. Padişah hiç de sakin olmadığını gördü. Filibe’ye kadar yürüdü, Değirmenderesi’nde konakladı. Sonra kalktı, Meriç Nehri’nin kıyısını tutup gitti. Sonra İzmiroğlu Hamza Bey ve Paşa Yiğit yaklaşık iki bin kişiyle onları takip ettiler, bu da onlara yetti. Bu taraftan Türkmen ordusu ve Mihaloğlu bir iki bin kişiyle geri döndüler, İzmiroğlu ve Paş Yiğit’le karşılaştılar ve iki asker büyük bir savaş yaptılar. Ahir ül-emr Mihaloğlu, anları aldılar, anlar kaçıp gittiler. Onlar da döndüler, Padişahı takip ettiler ve gittiler. Sonra Bayezid Paşa Sultanın önünden yürüdü ve Mihal oğlu arkasından yürüdü, Derbend'i gözetleyip gittiler. Sabahleyin (ya da öyle bir saatte) Balkan Dağı'na vardılar, Derbend'e girdiler ve bir gece uyudular. Daha o zaman bile kalktılar, gece gündüze ulaştılar, geldiler ve Sofya'ya ulaştılar. Musa Çelebi o anda yine belirdi, o zaman katledemedi ve yine kenara çekildiler. Onlar da hiç umursamadılar, Sul-ya'dan gelen askerin hikayesini gördüler, erzaklarını ve ekipmanlarını gördüler ve sonra kalkıp Derbend'e girdiler ve gittiler. Derbend'e gittiler ve Şehir-Köy ovasına yerleştiler. Ve Paşa Yiğit, Burak Bey ve Tırhala Bey Sinan Bey'den haber geldi, "Ey dünyanın Sultanı, işte üç Bey'iz. Üç bin bin cihan pehlivanımız var. Şimdi gel bizimle konuş dediler. Çünkü mektup Sultan'a geldi ve Sultan da mektubun içeriğini kontrol etti, kalkıp hızla yürüdü, öğleden sonra Şehir Köyün Derbend'ine ulaştı, gece yürüdü, sabah Derbend'den ayrıldı ve yerleşti. Sonra Musa Çelebi tekrar geldi, görünüşünü değiştirdi, bir şapka ve geniş bir cübbe giydi, gelip Sultan'ın askerlerini gördü, cesaret edemedi ve kenara çekildi. Sultan yine tereddüt etmedi, oradan kalktı ve Morava Nehri'ne yerleşti. Sonra Bayezid Paşa'yı Lazoğlu'na yardım etmesi için davet etmeye gönderdi. Ve bu arada Paşa Yiğit ve Burak Bey ve Tırhala Beyi Sinan Bey yiğitleriyle gelip Sultan'ın hizmetkarları oldular. Ve Hacı Evrenoz Bey, Rumeli yiğitleriyle gelip Sultan'a verdiği sözü yerine getirdi. Ve Kor Tekvur oğlu babasıyla geldi ve yanına yerleşti Ve sonra Ne'nin ilk oğlu yedi ölü askeri toplayıp Sultan'a yardım etmeye geldi. Sultan her birine tüm şerefini ve misafirperverliğini gösterdikten sonra ayrıldı ve Yelli Dere'ye yerleşti. Sonra Kurşunlu'ya ulaştı. Sonra o da ayrıldı ve Vulk iline girdi. Vulk oğlu da ordusuyla geldi ve eyaletini Sultan'a teslim etti. Sonra ayrıldı ve işgal yeri olan Kös-Ova'ya yerleşti. Sonra ayrıldı ve Kör Tekvur eyaletine yerleşti. Ve bu arada İzmir oğlu Hamza Bey, beş yüz atlısıyla sancağını getirmiş, gelip padişahın elini öpmüş. Musa Çelebi de yanında bey kalmadığını haber vermiş. Sonra padişah askerleriyle yola çıkmış ve Haraca yoluna konumuş. Sonra yola çıkmış ve Karasu'ya konmuş. Sonra yola çıkmış ve Alaettinoğlu sahrasına konmuş. Çevre vilayetlerden gelenler gelip o yere itaat etmiş. Sonra yola çıkmış ve Çamurlu'nun ortasına konmuş. Musa Çelebi de İhtiman'a gitmiş ve konmuş. Bu arada beylerine ihanet etmiş ve Tamacıoğlu ile Savcıoğlu'nu katına okuyup bağlamış. Geriye kalan beyler de bu anı görüp nefret etmişler, öndeki beyler de gruplar halinde gelip padişahın elini öpmüş ve hizmetine güvenmişler. Padişah bunu görünce Allah'a dua etmiş ve şükür secdesine varmış. Sonra yola çıkmış ve Çamurlu'nun ortasına konmuş. Orada iki gün kalmış. O tarafta Musa Bey'in Beyleri bunu yapacaklardı, kendisi yedi bin hizmetkarıyla yavaşça Sultan'a doğru yürüdü ve savaşmaya başladı. Bu taraftan Sultan'a haber ulaştı, o da: "İşte, kardeşiniz size doğru yürüyor, gafil olmayın." dedi. Sonra Sultan bu haberi duydu, hemen durdu, Beylerini topladı, vezirleriyle istişare etti ve savaş için alaylar düzenledi. Toz gelince büyüdü, rüzgar geldi ve tozu dağıttı ve içeriden bir alay belirdi. "Acaba kimdir?" dediklerinde, kim olduğunu gördüler, gelen Moğol yiğitleri. Ve yedi bin hizmetkar onların peşinden geldi ve durdu. Bundan sonra Musa Bey kılıcını çekti, arkalarına bir gülbank vurdu, saldırdı, "Ey yiğitlerim ve merdanelerim, gözünüzü kırpmadan yürüyün" dediğimde, hemen bir yerden kılıçlarını çekip yürüdüler. Bu taraftan, Sultan'ın askerleri de çılgınca hareket ettiler ve önce Musa Çelebi'nin nöbet tutan askerlerinin alaylarını bozguna uğratıp dağıttılar ve şiddetli bir savaş yaptılar. Musa Çelebi'nin askerleri dağılmadan hemen önce. Sonra Musa Çelebi bu durumu gördü ve Beylerinin gruplar halinde gelip Sultan'a gittiğini gördü, yüreği yandı ve haykırdı: "Ah Driga, devlet bana sırtını döndü. Büyük kardeşime böyle şeyler yaptım" dedi ve hemen ölüm acısıyla meydana atıldı. Tatarlara baskın yaptı ve savaşmaya ve Türkmenistan'a girmeye başladı. Savaşırken Bayezid Paşa, anı göreceğini bilerek Engüri yiğitlerine "Komayın bunu" dedi ve Musa Bey'i öne aldılar. Musa Bey, girdaba düşeceğini gördü ve durum geçince ve hiçbir direniş olmayınca hemen kaçıp gitti ve o şekilde atını zıplatıp geldi ve tek başına savaşmaktan da aciz olan Kapıkulu onu etraftan yakalayıp tutmaya çalıştı. Kapıkulu'nun bile başka seçeneği yoktu ve yaşlı adam "Ben giderim, seni Allah'a emanet ediyorum" dedi ve atına atlayıp kaçtı. Bir yer vardı, adı Çamurlu'ydu. Orada bir çeltik tarlası vardı. Atını dizginleyemedi, çamura saplandı ve attan düştü. Binmeme izin ver deyince, (o zaman) Beyazıd Paşa, Mihaloğlu ve Burak Bey geldiler, kıpırdatmadılar, tuttular ve elini bağladılar.
Kitab-ı Cihannüma'nın Orijinal Nüshasına TBMM Kütüphanesi Açık Erişim Koleksiyonu'ndan Ulaşmak ve Okumak İçin:
Özcan, A., "Neşri", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/nesri (28.10.2024).